Kaleme almış olduğu Çeşm ve Toprak Kokusu kitaplarıyla okuyucuların büyük beğenisini kazanan Eğitimci Yazar Niyazi Kara, Kitap Magazin okurları için özel bir hikaye kaleme aldı: Üç Ekmek
Üç Ekmek
Dış kapının önündeki hazırlık neredeyse şahsına verilmiş bir ayrıcalık gibi görünüyordu. Kapının ardına düşen askılıktan mevsimlik montunu aldı, şöyle bir havada çevirip önce sağ kolunu geçirdi. Arkasından hiçbir uğurlama ya da hatırlatma cümlesi duyulmadı. Süzülür gibi çıktı kapıdan. Yöresel, topuksuz ayakkabısını iki yıldır giyiyordu. Giydi. Montunun yakalarını çekiştirerek düzeltti. Merdivenlerden aşağıya doğru olabildiğince serazat adımlarla inmeye başladı. Kendi haline güldü, aklına çok eski bir şarkının sözleri geliyordu. “Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın/ Bir alem-i hayale dalan âb uyanmasın.”* Belki şiire belki de kitaplara olan düşkünlüğü nedeniyle sık sık bu tür oyunlarına alışıktı beyninin. Yüzünde bir –kendine göre- aptal ve bir o kadar da rahatlatıcı gülümseme ile ağır ağır iniyordu merdivenleri. Dış kapının otomatiğine işaret parmağının ucuyla dokundu ve kapıyı sol elinin işaret parmağı ile çekerek açtı. Mümkün olduğunca az yüzeye dokunmaya özen gösteriyordu. Malum, karantina ve kişisel izole günleri yaşanıyordu. En çok bu kapıyı sevmediğini hatta biraz da ürktüğünü fark etti.
Hava mis gibi… Bahar mevsimi olmasına rağmen dışarısı hâlâ serinlikten öte bir edayla sarıp sarmalamada tam olmasa bile üşütmekteydi. İkindi sonrası başlayıp akşama dek yağan yağmur hemen karşıdaki parkın içindeki birbirinden farklı ağaçların bütün yapraklarını özenle yıkamış kendilerine has kokularını tazelemişti. Apartmanın önündeki beş basamağı çıkıp yolun kenarına durdu derin bir nefes aldı. Burnuna gelen kokulardan yana çevirdi gözlerini: Ağaçlar. Birçoğu yeniden yeşillerini giyinmeye çalışıyordu. Sanki terzi provasındaydılar. Yerleri kaplayan capcanlı otların üzerinde yağmur damlacıkları asılı duruyordu. Yaklaşık aya varan zamanda şehirdeki herkes evlerine çekilmiş garip bir mücadelenin tarafı olmuşlardı. Karmakarışık duygular yaşanıyordu dört duvarlar arasında. Her iki yanına düşen ağaçlardaki değişimleri gözden kaçırmadan izlemeye görevliymiş gibi bakınarak yürüyordu. Her şey nasıl da bir anda değişti, değişebiliyor, diye geçiriyordu aklından. Sokakta kimsecikler yoktu. Oysa günün bu saati evlere dönüş ve akşamın doğal şenlik saatleri değil miydi? Aynı anda garip bir suçluluk da hissetmiyor değildi. Lakin mecburdu.
Köşedeki direkle duvarın arasından geçerek kendine bir çocukluk oyunu bahşetti. Hâlâ, ayakları aheste çek kürekleri ritminde hareket ediyordu. Kendisine tanınmış ayrıcalığın keyfini hoyratça tüketmek istemiyordu. Hepi topu –beklemezse- beş altı dakikalık bir sultanlıktı. İlk defa gördüğü turistik bir şehrin caddelerinde gezermiş gibi acelesiz ve düşüncelerle yürüyordu. Apartman bahçelerinin kenarlarına serpiştirilmiş bahar tomurcuklarının keyfini sadece gözlerine bırakmış kısacık mesafede çok uzun düşüncelere dalmıştı. Her şey bir anda… Neyin önemi var ki… Sahi sen kimsin… Küçücük bir tomurcuk kadar hayata kattığın bir değer bir güzellik var mı… Sen hiç kendine baktın mı… Bunca şarkı dinledin de hiç kendi sesini duyabildin mi… Dedikleri gibi içimizde tanımadığımız ve tanımamız gereken biri var mı… Tanıdık mısın, yabancı mı…
“Abi kaç tane?” “Abii!”
“Efendim, hıı… Üç, üç ekmek!”
“Teşekkür ederim.”
Kese kağıdına konulmuş ekmeklerin sıcağını kalbinin üstünde hissediyordu. Ses aynıydı.
“Abla sana kaç tane?”
Yolların dönüşü her zaman daha çabuk olur. Ömür gibi. Duvar diplerinde, kaldırımların kenarlarında filizlenen otları fark etti. Az önce görüp geçtiği tomurcukların biraz daha büyüdüğünü düşündü. Ağaçlara gıptayla baktı. Nasıl da özgürdüler. Hava kararmaya yüz tutarken kısa mesafe koşular tutturan serçelerin cıvıldaşmaları gençlik umursamazlığı gibi göründü bir an. Hiçbir şey onlara engel değildi. Doğa harika bir şeydi. Peki, insan neden bu kadar girift bu kadar bilinmezlik doluydu? Serçe olmayı hayal etti. Bir iki küçük tane bulduysa ondan mutlusu yok. Seslerindeki yaşam sevincini düşündü. Bunlar kendi seslerini duyuyor olmalılar, diye geçirdi içinden. Yoksa bu kadar mutlu olmak anlatılır şey değil. Bir yerlerde okumuş olmalıydı, “İnsan, mutluluğu, dışarıdan birilerinin etkisiyle aradıkça ulaşamayacaktır.”
Dış kapının girişindeki güvenlik tuşlarına dokundu. Aheste indiği merdivenlere tırmanma zamanıydı şimdi. Yine aynı oyun.
“Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…
Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.**
Evinin kapısının önüne geldiğinde ağzından belli belirsiz dökülen dizelere son vermişti. Kapıyı tıklattı. Küçük oğlunun ayak seslerini duyuyordu. Yöresel, topuksuz ayakkabılarını düzenlice çıkarıp burunlarını kapıya doğru dönük bırakırken karantina günlerinin okuma ve düşünce zamanlarının mayalanmış bir cümlesi geçiyordu zihninden:
“İnsan en çok kendine kör kendine sağırdır,
Bedeli bir ömürdür yükü ise ağırdır.”
*Yahya Kemal Beyatlı
**Ahmet Haşim
Niyazi Kara
Niyazi Kara Kitapları
Kitapları detaylı incelemek ve satın almak için tıklayınız!